31 Mart 2024 Pazar

GASSAL- ROMAN

                                                         


                                                          İnna lillahi ve inna ileyhi raciun...


03.05
45"

Gecenin koyu karanlığında,

"Gökyüzü kızarıp dürüldüğünde"

ilkin yer- gök kükredi. Toprak, kendini silkeledi… Üstündekileri de… Sonra kendinden olanların kimilerine kucak açtı.

Kopan kızılca kıyametle kimileri Yaradan'a sığınırken,


saniyelere göre daha büyük sarsıntının ruhlarını derinden yaraladığı niceleri de benliklerindeki büyük fırtınalarla yollarına devam ettiler…




OKUYUCUDAN:         
 GASSAL
                M.Hâlistin Kukul

        Romanı; sâdece, Batı'nın k(ı)lâsik anlayışıyla târif ve tanzime kalkışanlar, belki de, başkalarını " teferruatla meşgul olmak"la ithâm ile, özü saptıracaklardır ammâ, mâcerâ romanı, köy romanı, pastoral (kır-çoban) romanı, otobiyografik roman, polisiye roman, aşk-ihtiras romanı, cinâyet romanı, târihî roman gibi tasniflerin temelinde neyin yaşadığını, iyiden iyiye tahlil etmek gerekir.

       " Gassal"; bir kitabın adıdır ve bu  bakışla da, bir " ölü yıkayıcısı"nın romanıdır.  O hâlde; saydığımız bu listede,  " Gassal" ı nereye koyacağız? Hele de, Batı'nın, romantik, realist ve natüralist anlayışlarındaki yerini nasıl tespit edeceğiz?  Bizim değerlendirmemiz, bizim çehremize, inşâmıza ve tavrımıza göredir; öyle olmalıdır. Ammâ...

    Şüphesiz ki, bu,  en başta, -çepeçevre- gerçekçi bir romandır. Hâdiseleri yerinde müşâhede ile kaydetmekte  ve mâhirâne bir şekilde usûlüne uygun biçimde  nakletmektedir.

    Yazarı Tülay Ersan,; Türkçe'ye olan hâkimiyetiyle, eserine daha da güzellik kazandırmasını bilmiştir.  Diyebilirim ki, bu, ilk eseri olmasına rağmen, kendine mahsus bir üslûba da sâhiptir.

    Romancı olarak Tülay Ersan; eserinin, hiçbir yerinde yoktur. Şunu hemen ifade edeyim ki, roman, hikâye, tiyatro yazarı, bir "anlatıcı" olarak şâyet yazdığı eserin içinde ise, anlatım daha kolaydır. Şâyet, " anlatıcı", hâdiseleri dışardan müşâhede ve tâkipteyse, iş zorlaşır.

     Yazar Tülay Ersan; işin zor tarafında bulunmuş ve gayet güzel bir eserle okuru buluşturmayı başarmıştır.  Zîrâ; eserin içinde bulunmak, " ben" ile başlayıp, yürümektir. Ammâ; ikinci,üçüncü şahışlarla hâdiselirin tâkibi, hayli zor bir iştir.

     Tülay Ersan, farklı bir konu ele almıştır. Bir gözle bakıldığında, eserde,  bir " gassâl"ın yâni " ölü yıkayıcısı"nın mâcerâsını; bir başka gözle, hâfızasını kaybeden bir adamın (doktorun) çektiği sıkıntıları; bir başka cihetten de yaşanan gerçek bir hâdise olarak 1999 depremindeki dehşetli, acı, hüzün ve ibret verici sahneleri  büyük bir iç sızısıyla okuyorsunuz.

    Yazar Ersan, bu eseriyle şunu da göstermiştir ki, yaşadığı cemiyetin bütün sıkıntılarına, fizikî ve metafizik değerlerine gayet vâkıftır.  Roman kahramanlarının, en gizli sayılabilecek ferdî-rûhî  ve içtimâî-meslekî hüviyetlerine nüfûz edebilmektedir. Bir romancı için, bu durum, çok önemli bir meziyettir.

   Bir " ölü yıkayıcısı"nın günlük mesâîsindeki vazîfelerini ilgilendiren meslekî  faaliyetlerine vâkıf olmak bir yana, onun p(i)sikolojik  yapısına da nüfûz ederek bu yapıyı târif ve tasvirde başarılı olmak da ayrı bir şeydir.  Sâdece bunda değil; bir tıp doktorunun faaliyetlerini ifadede de, aynı tesbitler mevcuttur.

    Bu bakımdan; hâdiselere dışından bakan bir ( hanımefendi  )"  anlatıcı " olarak, Yazar'ın, mes'elelere  hâkimiyeti ve bunları nakildeki bediî hüneri takdire şâyândır.

    Türk romanı, elbette ki, yeni yeni mevzûlarla ve yepyeni kalemlerle irtifaını gösterecektir. Alınacak mesâfeler, Tülay Ersan gibi kalemlerin takdir ve teşvikiyle mümkündür. Bu sebeple; kemiyetten ziyâde, keyfiyeti öne alarak, romancılığımızın da seviye kazanması yolunda  gayretimiz olmalıdır.                                    " Gassal" ise, buna, güzel bir numûnedir, diye düşünüyorum.

         Korkuların, üzüntülerin, yaralanmaların, çığlıkların, ümitsizliklerin, ölümlerin,feverânların,  dehşetli gürültülerin, korkunç sarsıntıların... âdeta " kıyamet"  misâliyle telâffuz edildiği depremin ve  sonrasında  yaşananların  insan p(i)sikolojsi üzerindeki tesirlerini fevkalâde bir tarzda ortaya koyan      " Gassal" romanı, inanıyorum ki, yazarı, Tülay Ersan'ın, roman sahasında ileriye yönelik faaliyetlerine kuvvetli bir zemin teşkil edecektir.

     Sözlerimi, mevzûmuza ışık tutması bakımından, romancı Tülay Ersan'ın, eserine yazdığı " SÖZ BAŞI"  ile,-  ve başarı dileklerimle- bitirmek istiyorum. Diyor ki:

      " Gecenin koyu karanlığında; gökyüzü kızarıp dürüldüğünde; ilkin yer-gök gürledi. Toprak, kendini silkeledi...Üstündekileri de...

     Sonra, kendinden olanların kimilerine kucak açtı.

      Kopan kızılca kıyametle, kimileri, Yaradan'a sığınırken; saniyelere göre, daha büyük sarsıntının ruhlarını derinden yaraladığı niceleri de benliklerindeki büyük fırtınalarla yollarına devam ettiler.."


CAN YELEĞİ

 




CAN YELEĞİ

Soğuk duvarlara baktı. Yuvarlak beyaz yüzündeki mavi gözleriyle, elinde siyah tesbihi sallayan kirli sakallı eşini süzdü. Demirli pencereden sokağı seyreden kıvırcık saçları kırık camdan içeri dolan rüzgarda dalgalanan kızına kaydı bakışları. Günlerdir sıcak bir tas çorba geçmediği için boğazından, sütü çekildiğinden açlıktan mızmızlanan battaniyesinde sarılı yarı çıplak bebeğini  acıyarak üzüntüyle seyretti. Boğazında sert bir yumruk var gibiydi. Yutkundu. Bir daha yutkundu. Dili büyümüştü sanki ağzında. Belli belirsiz mırıldandı.
-          Nasıl olacak bu?…
Uzun zamandır kasvetli sessizliği bozan bu mırıltı tesbihle oynayan erkeği birden hareketlendirdi, erkek hızla yerinden kalktı, cama doğru gitti. Küçük kızın baktığı bahçeyi süzdü, sonra içeri dönmeden:
-                Nasıl olacaksa olacak işte, dedi.

Kadın derin bir nefes aldı. Başındaki siyah örtüyü geriye atarak eşine daha sert bir bakış attı:
-                Nasıl olacaksa olacak da ne demek? Biliyorsun ben hiç yüzme bilmem. Çocuklar da… Hatta…
Erkek bu son kelimeden oldukça rahatsız olmuştu. Bunu belli etmek istemedi. İçindeki fırtınaları öfkeleri kaygıları, hayatını adadığı sevdiği bu kadına belli etmek istemiyordu. Yıllardır bunu çok kolay yapmıştı. Fakat şimdi kendine duygularına engel olamamaktan korkuyordu.
Nadia kaderini kaderine bağladığı biricik eşinin gözlerine baktı, soru sorar gibiydi bu bakışlar. İki yıl önce ateşten bombalardan kaçarken de böyle kaygılıydı. Söz vermişlerdi birbirlerine çorak topraklardan ormanlardan saklana gizlene yola çıktıklarında. “Ne olursa olsun birbirimizi, birbirimizin elini asla bırakmayacağız.” Demişti Mustafa çocuklarının anasına; gözü yaşlı geride kalan ana babasına tepelerden el sallarken. Anası Samar: “ Biz çok yaşlıyız, size ayakbağı oluruz. Siz gidin buralardan. Bu cehennemden siz bari kaçın kurtulun. Biz sizlere dua edeceğiz. Olur da bir gün bu zulum biter de geri dönerseniz sağ salim, ömrümüz olursa yine burada sizleri karşılarız. Gidip de gelmemek var, gelip de bulamamak var. Ben hakkımı helal ettim. Sağlık ve afiyetle gidin.” Demişti. Yanlarına Halep ekmeğinden de koymuştu yollarda aç kalmamaları için. Yaşlı kadın eklemişti: “ Bak evlat, bu kadıncağız yüklüdür, karnındakine dikkat edin diye de tembih etmeyi unutmamıştı.
Nadia ince dudaklarında dualar mırıldandı. Kalbi ne kadar da çok çarpıyordu. Kucağındaki bebeğini uyandırmasından korktu bir an. Eğer kalbinin sesi dışardan duyulsaydı korkar kaçardı herkes. Günlerdir sade su içmekten şişen midesine kramplar giriyordu. Allah’tan artık bebeği iki yaşına geldiği için suyla ıslatıp yumuşattığı  kuru ekmeklerle de doyurabiliyordu. Fakat yine de bebek işte… Vitamine de ihtiyacı vardı. Süt yoğurt yumurta artık çok lükstü onlar için. Bazen merhametli komşuları kapıya bırakıp gidiyorlardı bir iki dolu çanta…
-                Hiç buralara gelmese miydik?  Diye soracak oldu. Başı eğik düşünceli sıkıntılı eşi irkildi, gözlerini kocaman açtı.
-                Nasıl yani? Nerden gelmeseydik? Ateşin altında can mı verseydik… Nadia sen de biliyorsun neden çıktık yollara… Sen ben ve şu iki can… neden buralara kadar geldik? Ben şu sefaletten çok mu mutluyum sanıyorsun… Bir bak şu halime… Bu çaresizlik bana zor gelmiyor mu? Hangi eş, hangi baba ailesini sefalet içinde bırakmak ister? Hangi erkek böyle eli kolu bağlı sonu belli olmayan bir yola çıkar? Ben şu kızımın camdan dışarı bakarken içinden neler geçirdiğini anlamıyor muyum? Onun da dışarda koşan oynayan çocuklar kadar neşeyle oynamaya mutlu olmaya hakkı yok mu? Ben bunu bilmez miyim? Ya şu günahsız bebek… bunlara nasıl bir gelecek hazırlamak istediğimi sana kaç defa anlattım… sen de onların geleceği için az fedakarlık yapmadın… Az kaldı… hem de çok az… Bak göreceksin… Herşey çok daha iyi olacak. Bu geceyi atlatalım inşallah… göreceksin… bana inanıyorsun değil mi?
Mustafa bütün bunları o kadar hızlı çarçabuk sıralamıştı ki… Pembe beyaz yanaklarından inci yaşlar süzülürken  Nadia sadece başını salladı.
Başka ne yapabilirdi ki? Başka seçeneği var mıydı?
Bu topraklarda doğmayı kendisi seçmemişti ki? Ne anne ve babasını, ne soyunu… Ne de insan olarak dünyaya gelmeyi… Acaba başka canlı olsa daha mı şanslı olurdu? Tek tek düşündü bildiği canlıları.
Ağaç olsaydım keşke dedi. Bir ormanda… Çok değişik ağaçlarla beraber kök salan, dal budak göğe yükselen bir ağaç. Gölgemde kimler kimler dinlenirdi de bana dokunmazlardı diye düşündü. Meyveleri de olurdu elbette. Şu kucağındaki masum bebeği gibi filizleri olurdu yanı başında. Onlar da topraktan güç alırlar, yağmurlarla daha da beslenir serpilirler, mutlu mesut yaşarlardı.
Odanın içinde ileri geri adım sayan Mustafa’ nın bastığı kırık döşeme, gıcırdamasa daha böyle mutlu hayallere devam edecekti. “Hayır”  dedi “ağaç olamam.” Bir anda zalim oduncunun baltasını sanki boynunda hissetti. Ilık ılık ter aktı içine. “Off, iyi ki ağaç değilim.”
Yine gözleri daldı uzaklara. Birbirinden güzel yemişlerin meyvelerin boy verdiği bereketli bağ ve bahçelerini düşündü. Portakal çiçeği kokusunu özlemişti. İnek ve ahır kokularını bastıran gül kokuları ve turunç kokularını nefes nefes içinde hissetti.
İnek… evet evet… Adıyla sure de vardı. Bakara… Nasıl da açık açık tarif ediliyordu mübarek hayvan. Nasıl da faydalıydı. Akşam sabah yanına vardığında öyle severdi ki Alacasını… Çok ürkek çok mahzun bakışı vardı. Buzağısı da çok sevimli oluyordu. Kur’ an- ı Kerimde altın buzağıya tapan kavimden bahsediliyordu da şimdi de İneğe tapanlar yok muydu? Eşref- i Mahlukat olan insanın kendisine hizmet için yaratılmış bir hayvana tapınmasını anlayamıyordu. Az kalsın gülecekti. “Keşke Suriye’ de insan olacağıma Hindistan’ da inek olsaydım” dedi. Gözlerinin önünde canlanıverdi birden… Alabildiğine geniş caddenin ortasına güneşin altına yayıverdiği koca vücuduyla yan gelip yatarken yerlere eğilmiş ona tazimde bulunan Hinduların karşısında keyifle geviş getirerek bu ahmakça durumun tadını çıkarıyordu. Tam gözlerini kapatıp iyice gevşemişti ki dışardan gelen seslerle irkildi. Çocukların topları camların demirine çarpıp öyle ses çıkarmıştı ki bomba atıldı sandı. Hayallerinde saçmalamaya başlamıştı. Kafasını salladı. Her kurban bayramında, nasıl bir yıl boyunca memelerinden çeke çeke çaldıkları süt yetmiyormuş gibi, koca hayvanı nasıl boğazladıkları geldi gözünün önüne. Bütün vücudu sarsıldı. Buz gibi demirin keskinliğini teninde hissetti, ılık ılık kanlar aktı yüreğine… “iyi ki inek değilim.”
Bir bir geçti gönlünden arılar, karıncalar, örümcekler, güvercinler… At olsaydım keşke dedi. Dört nala koşardım dağlarda, kimse yetişemezdi, dedi. Hem çok sadık ve vefalı hayvandı. Ne güzel yeleleri vardı rüzgarda savrulan. Hele şaha kalktı mı başı bulutlara değerdi sanki… Ne asil hayvandı… Fakat sırtında şaklayan kırbaç yaktı bütün vücüdunu…

En iyisi Kusva gibi mübarek bir deve olsaydım dedi. En güzeli buydu. Hem güçlüydü. Kızgın çöllerde uzun mesafelerde açlık susuzluk vız gelirdi ona… Kalbi yine sızladı kıvırcık saçlı kızına bakarken. “Ah canım yavrum, ufacık bir lokma ekmekle nasıl da sabrediyor açlığa… Deve olsaydık bu kadar açlık ve susuzluk yorgunluk dokunmazdı bize” dedi.
Pencereden dışarıyı seyretmekten usanan küçük kız annesinin yanına gelmişti, suskundu. Sadece seyrediyordu. Kimbilir onun da içinde ne fırtınalar ne hayaller coşuyordu.
Nadia bir eliyle kızının başını okşadı:
-                Biraz daha sabır yavrum, bebeğim, bak baban bizim için kaygılı, huzursuz, üzgün. Ona yardımcı olalım ha… tamam mı? O zaten çok müşkül durumda…
Ufacık yaşından beklenmeyen olgunlukla gülümsedi Zehra, açlığını ağzında biriktirdiği tükrüklerle gidermeye çalışırken de olgundu…
-  Geçecek bütün bunlar, bakın bu güne kadar, buraya kadar neler çektik? Ne kadar zorlukların üstesinden geldik? Artık son… Bu gecenin sabahı bütün çektiklerimiz bitecek inşallah… dedi Mustafa.
Sözlerini büyük bir inançla umutla söyleyen eşine bakarken Nadia’ nın içinde adını koyamadığı anlatamadığı garip bir sızı vardı.
Yıllar önce anne ve babasıyla Arafat’ ta dua ederkenki sızı gibi. Umutla korku arası bir duygu… Arafat… Şu an sanki mahşerde mizanı ve affı bekleyen günahkarlar gibi hissediyordu… Evet evet… Arafat’ ta sırtında taşıdığı günah yükünü kızgın yakıcı çöl kumuna gömmek isteyen hacılar gibiydi. Bu kadar sıkıntılar umursamazca işlediği biriktirdiği hatalarının bedeli miydi? Bu imtihanın en zor aşamasıydı belki de…
Kusva… Allah’ a savaş ilan eden zalimler, müşrikler yüzünden çok sevdiği yurdunu, eşini, ailesini geride bırakarak hicret eden Allah’ ın Sevgilisine hizmet eden bir deve bile taşıdığı mukaddes emanetin farkında olabiliyordu da kendisi farkında mıydı emanetin? Sızlanmalar, keşkeler keşkeler…

Güneş ışıklarını başka ülkelere canlılara umut olmak için çekip giderken, karanlık örtüsünü sermeye başlamıştı. Nadia çocukluğunda karanlıktan çok korkardı. Aslında korkusu karanlıktan mıydı, yoksa onun renginden cesaret alıp cirit atan haşerattan mıydı? Kestiremiyordu. Şimdi yine aynı şekilde titremeye başladı. Kucağında uyuyan Ammar’ a daha sıkı sarıldı.
Kapının dışında artan gürültülü konuşmalar artık zamanın geldiğini haber veriyordu. Yavaşça yerlerinden kalktılar. Gıcırdayan döşemelerin sesi gerilen sinirleri daha da bozuyordu.
İki katlı gecekondudan çıkan en az 40 kişilik kalabalığın çoğu kadınlar ve çocuklardı.
Kalabalağın ürküttüğü Zehra annesine yaklaştı paltosuna daha sıkı sarıldı. Ufacık yüreğini kaldıramayacağı korkular sarmıştı içini. Paltoya iyice büründü. Gürültü ve telaşla uyanmış olan Ammar, yaşlı gözlerle, şaşkın etrafına bakınırken minik kollarıyla annesinin boynuna sımsıkı sarıldı.
Evin önündeki açık alanda toplanan kalabalığa doğru gelen dört kişi onlar için kurtarıcı gibiydi. Hepsi de son derece heyecanlıydı. Kalabalıkta bir uğultu vardı.
İri yarı esmer ve siyah bereli siyah montlu olan bağırarak konuşmaya başladı:
-                Herkes şimdi otobüse sessizce binsin. Yarım saat sonra sahilde olursunuz. Orda sizi arkadaşlar karşılayacaklar. Yakalanmamak için dikkatli olmak zorundayız. Bu sizin için yapacağımız çok önemli bir iyilik. Bunun için ne kadar çok fedakarlık yaptığımızı bilmenizi isterim.
Asırlar öncesinden hortlayıp gelen bütün cihanın haçlı vampirlerinin ve ahtapotlarının işgal ettiği,yanmış yıkılmış bir ülkeden, kilometrelerce uzaklardan doğup büyüdükleri toprakları, yurtlarını, evlerini, eş- dost ve akrabalarını, sahip oldukları bütün herşeylerini geride bırakıp, hayatları için kurtuluş kapısı olarak gördükleri bir dünyaya yelken açmak isteyen bu insanlar, adını sanını ve niyetini bilmedikleri bu karanlık insanlardan medet umuyorlardı.
“Kırk katırla kırk satır arasında” tercih etmek zorunda kalmış olsalar da, çıktıkları bu yolculuktaki ihtimaller arasındaki çok küçük de olsa beliren cılız ışık için “denize düşen”in sarıldığı yılan misali sessiz kabullenişle otobüste suskundular. Yarım saat onlara yarım asırdı sanki. Yurtlarından kaçarkenki korku ve endişeler yerini daha heyecanlı ve umutlu bir bekleyişe bırakmıştı.
Mustafa,kucağında çocuk olduğu halde yan koltukta gözlerini kapatmış uyumaya çalışan eşine baktı. Belki de uyumuyordu da sadece düşünüyor ya da hayaller kuruyordu. İkisinin ne kadar çok hayalleri vardı… Yıllar önce nikah masasında mutlulukla “evet” haykırışlarındaki neşeyi hatırladı. Ebediyyen birbirlerini seveceklerine ve birbirlerine sadık kalacaklarına söz vermişlerdi. Sonra peşpeşe doğan çocukları… Gayet iyi bir işi, güzel bir evi ve rahat bir hayatları vardı. Az çok demeden şükrediyor, çocuklarının geleceği için bir köşede üç beş kuruş tasarruf bile yapıyorlardı. Nadia’ nın babasının hediye ettiği altınlar da bir kenarda güvence olarak duruyordu. Ne yazık ki, bir anda herşey altüst oluvermişti.
İç savaşın en korkunç yanını iliklerine kadar hissettiklerinde çok geçti. En yakın arkadaşlarının, akrabalarının, komşularının ihaneti, mallarına paralarına göz koydukları yetmiyormuş gibi kadınlara, kızlara, hem de çocuk yaştaki kızlara tasallutları, tecavüzleri bardağı taşıran son damla olmuştu. Göz ucuyla kızı Zehra’ ya baktı. Boğazını bir el sıkıyormuş gibi hissetti. Bütün bu maceraya atılmalarının sebebiydi biricik kızı… Az kalsın bu minik yaşta kimbilir hangi soysuza ganimet olup cariyelik edecekti. Yutkundu. Yutkundu… Gecenin yarısında evlerini basan maskeli ve silahlı çeteden zar zor saklayıp kurtardığı canından çok sevdiği kızının başını okşadı, onun için yürekten dua etti.
Nadia, uyuklar gibiydi, sımsıkı sarıldığı Ammar için hayaller kuruyordu. Az sonra varacakları sahilde onları bekleyen koca bir gemiyle uçsuz bucaksız masmavi denizlere açılacaklardı. Bu gemi belki de Nuh A.S ın gemisi gibi onları bütün kötülüklerden ızdıraplardan kurtaracaktı. Aslında kendilerine küçük bir motor ayarlanabileceği söylenmişti. Acaba ne kadar küçüktü? Ya denizin ortasında kalakalırlarsa, ya da motor arızalanıp batarsa? Hiç yüzme bilmiyordu. Televizyonlarda filmlerde gördüklerini saymazsa ömründe ilk defa deniz görecekti. “Keşke balık olsaydım” dedi kendi kendine… Yeryüzünün bütün kötülükleri hep toprak içindi ve toprak çok kirliydi, kanlıydı… Deniz… O hep masmavi… Hep  tertemiz… Öyle ki dünyadaki bütün kirden kapkara insanlar bile denize girseler, tertemiz çıkarlardı da, yine o masmavi berrak dupduru kalırdı… Gökyüzünün yere inmiş haliydi sanki. “Balık olsam derinlerde diplerde neler var hepsini görürdüm, hem Yunus peygamberi karnında saklayan da bu denizlerde yaşayan mübarek bir balık değil miydi? “Yunus peygamberin duası geldi aklına: “La ilahe illa ente subhaneke inni küntü minezzalimin.” Tekrarladı. Bir daha… Bir daha… Sırtında zıpkının acısıyla “İyi ki balık değilim” diye söylenirken bir oltanın iğnesi boğazındaymış gibi acıyla yüzünü buruşturarak yutkundu.
“Biz insanı muhakkak ki Ahsen- i takvim üzere yarattık.” Ayetini düşündü. İnsan… En güzel biçimde yaratılan insan olmak… Okuldaki aldığı dini eğitim ona nasıl insan olunması gerektiğini anlatmamış mıydı? Dünya hayatını cehenneme çevirenler de “İNSAN” olabilir miydi? Yaratan, insan denen bu eserinde hücreden moleküllerine, hatta nötronlarına, DNA sına kromozomlarına kadar bütün hesaplamaları düzeni uyumu, kılcal damarların ve kasların sarmalını, kemiklerin uzunluk kısalığını, organların yerleşimini ve vazifelerini herşeyi çok güzel bir hesapla ölçüyle yaratmıştı. “ kün feye kün” O, ol der, olur… Allah’ ım asla “İnsan” olamayan, hayvan demenin bile hayvana hakaret olarak kabul edilebilecği zalimlerle imtihan ederken, bizi dünyada da ahırette de kaybedenlerden  eyleme” dedi kendi kendine. Ammar kucağında kımıldandı. Acıktığı belliydi. Zehra ise sanki bu canhıraş çabanın gidişatını içinde hissediyormuş gibi, anne ve babasının yanında bütün masumiyetiyle başından beri hep susuyordu.
Mustafa tedirgin olsa da belli etmemeye çalışıyordu. Eşine ve çocuklarına moral vermeliydi. Büyük hayaller ve umutlarla uzun mesafeler aşarak zorlu bir yolculuğa çıkmışlardı ve neredeyse sona yaklaşmışlardı. Bu gecenin şafağında yepyeni umutlar, güzel bir gelecek onları bekliyordu. “Çok yakın… Hem de çok yakında bütün işkenceler, sıkıntılar bitecek Allah’ın izniyle…” diye düşündü.
Türkiye kendilerine kucak açmasaydı şu an hayatta olmayabilirlerdi. Adından dolayı cellada teslim edilebilirdi. Öyle bir kıyım başlamıştı ki; adı Muhammed, adı Mustafa, adı Ömer olan çocuklar erkekler birer  birer yokedilmişlerdi. Şam’ da bir okulda öğretmenlik yapıyorlardı eşiyle. Yönetimin baskıları başlayınca Halep’ in bir köyüne taşınmışlardı. Fakat buraya kadar uzanan terör ve çatışmalar sebebiyle can, mal ve namus güvenliği kalmayınca vatanlarını terketmek zorunda kalışlarını, Türkiye sınırına kadar hamile eşi ve küçük kızıyla binbir güçlükle nasıl geldiklerini hatırladı.
Günlerce yol yürümüşlerdi. Neredeyse Nadia’ nın bebeğini yolda dünyaya getireceğini sanmıştı. Kız olursa adını Hicret koyalım demişlerdi. Kampa geldiklerinin üzerinden bir ay geçmemişti ki Ammar’ ı bir gece yarısı Kızılay’ ın çadırında kucaklarına almışlardı. Erken doğum sebebiyle aylarca küvezde kalan bebeğin başını beklemişlerdi uykusuz. Her ne kadar çadırlarda ihtiyaçları yardımseverlerce karşılanıyorsa da kendisi de boş durmamak için sağda solda tarlalarda işçi olarak çalışıyordu. Fakat birilerinin yardımıyla taşıma suyla adeta sığıntı gibi hayatları nereye kadar sürecekti. Hem zaten Anadolu’ nun güney bölgesinin kendi terör sorunları da kendine yetiyordu. Bir de buna seçimlerde, bazı partiler propagandalarında adeta göçmenlere, muhacirlere karşı olumsuz söylemlerle halkı kışkırtırcasına konuşunca, rahatları iyice kaçmıştı. Zaten Suriye’ den kasıtlı olarak getirilen ve büyükşehirlerin sokaklarına meydanlarına yerleştirilen sefalet içindeki dilencilerin durumu da bütün bütün tepkileri üzerlerine çekmeye yetmişti.
Irak’ tan gelen göçmenler ve bazı insanlar da, Avrupa’ya geçmenin daha doğru olacağını fısıldamaya başlamışlardı. Artık genç nüfusun gitgide yokolmasıyla buradaki iş gücüne beyin gücüne olan ihtiyacı Suriyeli Iraklı gençler çocuklar tamamlayabilirdi. Onlar için adeta tek kurtuluş kapısıydı Avrupa… Bunun için de Ege sahillerine ulaşmaları gerekiyordu. İşte böylece bir bilinmeze yolculuk başlamıştı…
Bilinmezlik… Mustafa, bildiklerini unutmuştu bu kaosun ortasında… Bu yaşına kadar öğrendiği bütün bilgiler silinmiş gibiydi. Kafasında sadece tek bir soru vardı. Bu kardeş kavgasının sebebi neydi? Köylerinde, şehirlerinde; aileleriyle, çocuklarıyla, komşularıyla gayet mutlu mesut yaşarlarken bu kavganın sebebi neydi? Neyi paylaşamıyorlardı?
Yeryüzünün halifesi ve mirasçıları insanlar, kendilerine sunulan “hayat” denilen fırsatı ve çeşit çeşit nimetleri, ikramları ne için heba ediyorlardı? Ona “ruhundan” üfleyip şeref kazandıran Rabb’ ini tanımak ve bilmek için harcayacağı gücünü nasıl bir amaç ve ideal uğruna tüketiyordu? Üstelik Allah, en başından beri kendini anlatan kitaplar vahiyler gönderdiği elçilerle İNSANI muhatap kabul edip miraca layık görmüşken, onu aşağıların aşağısına düşüren sebep neydi?
İnsan… İnsanlık…
Yeryüzünün ve gökyüzünün şahit olduğu ilk kavga, ilk cinayet, ilk acı…Kabil nerden bilsindi; eline aldığı bir taşla vurduğu o güzel başın, kıyamete kadar bedelini kimlerin hangi diyarlarda nasıl ödeyeceğini?
“Vallahi sen beni öldürsen de ben sana vurmayacağım” diyen yüce gönüllü evlatların ve insanların hası Habil için kimlerin gözyaşı dökeceğini…
Sahi, anaların anası ve babaların babası, iki ayrı karakterdeki evlatla imtihan olurken tattıkları acının hangisi daha büyüktü… Ebedi cehenemle cezalandırılan Kabil için ihtimal daha çok gözyaşı dökmüştü Havva ana… Hz. Yakub A.S ‘ ın emanete ihanet eden, kardeşlerinin kanına giren oğulları için mi döktüğü gözyaşlarından kaybetmişti gözlerini yoksa sevgili oğlu Yusuf için mi? Ya oğullarının anası… Hem en büyük zahmeti eziyeti analar çekmiyor muydu? Anaların yüreği nasıl dayanırdı evlat acısına?
Eşi Nadia’ yı süzdü karanlıkta… Hangi ana dokuz ay karnında taşıdığı bebeğiyle ilgili kurduğu hayallerinde bütün canlılara zarar veren, insanları yokeden ölüm makinası doğuracağını düşünür? Hangi ana bir katile cicili bicili kıyafetler hazırlar? Hangi anne büyük bir sabırla bir katili emzirir, besler, büyütür, uykusuz kalır, emek verir?
Nadia’ ya baktı tekrar sevgiyle. Ne kadar güzeldi. Çocuklarının anasıydı. Çok emektardı. Bunca sıkıntılara rağmen bir kere sızlanmamıştı. Sabır ve tevekkülle, muhabbetle hep yanındaydı, yanıbaşındaydı. Kıyamete kadar da öyle olacaktı. İsyankar ve şikayetçi değildi, nazlı biri de değildi… Bütün bu güzelliklerle kendisine Allah’ın emaneti olan eşine yaşattığı sıkıntılardan çok muzdaripti. Kalbi daraldı. Boynundaki atkıyı eline aldı. Yerinden kımıldandı, kalkıp yürümek istiyordu, fakat otobüsteki koltukların arası çok dardı. Kıvranıp durdu.
Yolun sonuna geldiklerinde vakit geceyarısını çoktan geçmişti. Otobüsten indiler. Çevre oldukça ısısız karanlık ormanlık bir yerdi. Mustafa ürperdiğini hissetti. Diğerleri de endişelendiler. Çünkü burada deniz veya kumsal yoktu. Aldatıldıklarını düşündüler. Fakat çok geçmeden ağaçların arasından bir iki el feneri ışığının parladığını gördüler. Çok geçmeden iki kişi yanlarına geldi. Konuşmalarından birisinin Iraklı olduğu anlaşılıyordu. Diğeri Türkçe konuşuyordu.
Mustafa Halep’ te Türklerle alışveriş yaparken Türkçeyi gayet iyi öğrenmişti. Bu yüzden iki yıldır kaldıkları kampta hiç zorluk çekmemişti. Şimdi de konuşulanları dinliyor ve anlamaya çalışıyordu.
Gelen iki kişi onlara selam verdi ve şoföre toplam kaç kişi olduklarını sordu. Şoför, çocuklar ve bebeklerle toplam elli kişinin olduğunu söylediğinde Iraklı öfkelenip bağırmaya başladı. Türkçe bağırışmalar bir süre devam etti. Sonra otobüsün bagajlarını açıp paketler çıkarmaya başladılar. Her bir paketin içinden çıkanları tekrar tekrar saydılar. Noksan geliyordu.
Türkçe konuşan rehber:
-       Herkes iyi dinlesin, bize verilen sayı farklıydı. Şimdi bu elimdekileri sadece büyükler kullanacak şekilde dağıtacağım. O zaman anne ve babalar, büyük çocuklar bebeklere sahip çıkacak…
Mustafa yanlarına giderek paketten çıkan şeyi eline aldı, baktı rehbere doğru bir adım attı.
-          Anlayamadım, yani bizim bebekleri feda etmemizi mi istiyorsunuz?
Böyle bir soruyla karşılaşacağını hiç hesaplamamış olan rehber, nasıl bir cevap vereceğini düşünürken sadece ağzını açıp kapatmakla yetindi, sonra konuşmaktan vazgeçti. Mustafa rehberin kolundan tuttu:
-          Cevap ver, bizden bunu mu istiyorsunuz?
-          Ne yani kalsaydınız zaten bombaların altında ölmeyecek miydi? Ne yapalım, bu yola çıkarken herşeyi göze alacaksınız… Savaş bu… Her zaman heryerde risk vardır…
Bunu söyleyen Iraklıydı. Kalın sesi oldukça soğuk ve katıydı.
Kalabalıktan bir kadın isyan etmişti:
-                     Siz risklerden, savaştan sözediyorsunuz… Biz barış ve huzur için taaa buralara kadar geldik. Biz bebeklerimizi feda etmek için burda değiliz… Fakat sesi karanlıkta kayboldu…
Zayıf olan bir an önce işini bitirmek ve bu insanları gönderip kurtulmak istiyordu:
-        Sizler burda bekleşirken sabah olacak, güneş doğmadan karşıda adada olmalısınız. Bunca yolu burda bekleşmek için gelmediniz herhalde, diye arapça bağırdı. Kalabalık karanlıkta nereye doğru gideceklerini kestiremeden yürüdü…
Rehber koşup önlerine geçti ve fenerle gidecekleri yolu göstermek için kendisini takip etmelerini istedi. Erkekler ve kadınlar bir yandan kucaklarındaki bebekler, yanlarında çocuklar ve ellerindeki çantalarla ağaçların arasından dikenlere aldırmadan yürüdüler.
Deniz kıyısına geldiklerinde hepsini bir heyecan dalgası daha sardı. Birbirlerine bakıştılar. Onları bekleyen koca bir gemi yoktu. Sadece ufak bir bot kumsalda adeta yan gelmiş yatıyordu. Mustafa, gördüğü manzara karşısında şaşaladı. Kendilerine şaka yapılıyor sandı. Ya da bu botla açıklarda demir atmış olan gemiye kadar gitmeleri planlanmış olmalıydı.
-                Beyler, bizi karşıya götürecek olan şey bu mu?
-                Ne bekliyordunuz, Nuh’ un gemisi falan mı?
Onları karşılayanlardan zayıf ve kel kafalı olan haykırıyordu.
-                Sahil güvenliğe yakalanmadan herkes bota binsin, ancak önce yelekleri giymelisiniz.
Mustafa, kendisini tersleyen adamın yanına gitti:
-                Bakın Nuh’ un gemisini beklemiyorduk tamam, fakat bu kadar küçük bir botla kaç kişi denize açılabilir? Hem herkesin can yeleği de yok…
Zayıf adam dişlerinin arasından homurdandı:
-                Adım Hıdır, elimden gelen budur… İşinize gelirse… Bizden bu kadar…
Arkada kumların üzerinde botu denize doğru çekmeye çalışan grubun başındaki şişman olan yanlarına geldi.
-                 Güneş neredeyse doğacak, ortalık iyice aydınlanmadan yola çıksanız iyi olur, dedi.
Fosforlu yelekleri giyenler bota hücum edercesine bindiler. Nadia ve Zehra ayaklarını ıslatan tuzlu denizin soğuk sularıyla uykularından uyanmışlardı. Ammar’ ı kumların üzerine bırakmış olan Nadia elindeki yeleğe baktı sonra eşine baktı. Mustafa Zehra’ nın yeleğini giydirdikten sonra yanlarına geldi. Nadia:
-                Bu yeleği sen giysen iyi olacak, dedi.
Mustafa, olmaz manasında kafasını salladı, Nadia’nın fedakarlığının ne kadar sınırsız olduğunu çok iyi bilirdi. Onunla bu konuda tartışmanın anlamsız olduğunu da…
Ufacık araçtaki insanlar karanlıkta hırçın denizin ortasında kalpten dualarla suskundular. Kıyıdan çok fazla uzaklaşmamışlardı ki botun yan tarafından gelen büyük bir tıslamayla birden alabora oldular; hepsi de soğuk dalgalarla canhıraş boğuşmaya başladılar.
Seher vakti gökyüzünün rengi değişirken belki de hayatlarında ilk defa denizle karşılaşan insanların haykırışları hırçın dalgalarla kıyıya çarpıyordu. Can yelekleri olanlar daha kolay kulaç atarak çabucak tekrar sahile ulaşıyorlardı. Bir kolunda Ammar olduğu halde suyun üstünde kalmaya çalışan Mustafa karanlık dalgaların arasında eşini aradı. Zehra ile beraberdiler.
Can… Ne kadar da tatlıydı. Hayat bütün zalimlere ve zulumlere rağmen güzeldi. Yaşamak güzeldi. Bunca yolu ölmek için mi katetmişlerdi? Varacakları menzil ölümü göze almaya değer miydi? Madem öyleydi de, vatanları buna değmez miydi? Nasıl aldanmışlar, aldatılmışlardı? Aslında bütün bunlar kendilerinin doymak bilmeyen nefislerinden değil miydi?
“Ve insan aldanmıştır.” Ayeti tecelli ediyordu işte… Daha… Daha… Daha… Doymuyordu insan… Asırlardır doymamıştı. Oysa bu topraklar ne firavunlara, ne nemrutlara mezar olmamış mıydı? Dünya kurulalı beri saltanatında baki olan var mıydı? Mahlukatın dilinden anlayan insanlar ve cinler üzerinde hükümdar olan ayakta ruhunu teslim eden Süleyman peygamber’ in yıkılışına bir ağaç kurdu sebepken, bu gün ortadoğudaki zulumler, onun hazineleri için değil miydi? Ve gerçek hazinelerin gerçek sahibini unutanlar...
Kumlarda nefes nefese kalan Mustafa kendinden utandı. Çocuklarına sarılmış gözyaşları tuzlu denize karışan eşinden, çocuklarından ve Mülkün gerçek sahibinden utandı…
Daha özgür ve daha refah, daha çok zenginlik için az kalsın hayatlarından oluyorlardı. Koskoca deryada balıklara yem olmaktan ucuz kurtulan, aldatılmaktan kandırılmaktan bıkan, sahte yüzlerden ve sözlerden uyanan kalabalık, “can verenin de can alanın da” sahibine şükrederken, fosforlu yelekler denizin üzerinde yüzüyordu.

Üzerlerinden soğuk sular aktığı halde birbirlerine sarılmış olan kumsaldaki insanlar titreyerek şafak vakti güneşin denizle dansını seyrediyor ve şükrediyorlardı.

BEN BU VATANA SEVDALIYIM- ŞİİR

 

           BEN BU VATANA SEVDALIYIM


İstanbul ’u dinliyorum gözlerim kapalı,

Bir uzak diyarlarda siperlerdeyim,

Top sesleri yankılanıyor tepelerde,

Bir kadının göklere ulaşan feryatları,

Damla damla toprağa sızan şehitlerin kanları,

Burkuluyor yüreğim acıyla hasretle

İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı...


İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı...

Aylar geçti,sılamdan uzakta asker olalı,

Dört gündür çıkarmadım postalı

Dağlar yuvam,gökyüzü çadırım,

Ben bu vatana sevdalıyım sevdalı,

Toprağımı dinliyorum gözlerim kapalı...


İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı...

Uykuyu bıraktım beşikte,uyumuyorum,

Silah elde hazır nöbet tutuyorum,

Yürüyorum,koşuyorum,atılıyorum,

Tekmil teçhizat,talimdeyim,savaşıyorum,

İstanbul’u dinliyorum....


Vatanımı dinliyorum  gözlerim kapalı...

Beş dakika istirahat,yorgun uzanırken,

Yorgan demir,yatak demir büzülürken,

Yüreğim yalnızlıktan üşürken,

Sımsıcak ocağımı,ihtiyar anamı özlüyorum,

Umutlarım,bekleyenlerimle avunuyorum...

Toprağımı dinliyorum...


İstanbul,Van,Ankara,Diyarbekir’i diyorum,

Bir uçtan bir uca,canım,kanım,

Toprak benim,ben vatanım...

Kucağında türküsünü dinliyorum gözlerim kapalı,

Ben bu vatana sevdalıyım sevdalı...


                                                  TÜLAY ERSAN

MASALLARIM

                                                         HOPPALA İLE CUPPALA




HOPPALA İLE CUPPALA ORMANDA


-Cup!
Diye bir ses duydu.
-Cup!
Bir daha. .
-Cup! Cup! Cup!
Minik uzun burnunu yukarı kaldırdı, çekik gözleriyle etrafa bakındı. Çalılıkların arkasında yine o ses:
-Cup! Cup! Cup!
Dayanamadı, çalılıkların arkasına doğru yürüdü. Bir de ne görsün?Ufacık bir göl . Gölün üstündeki nergis yapraklarından birinin üzerinde küçücük fakat iri gözlü sevimli bir kurbağa oturmuş, tatlı tatlı, neşeli neşeli ona bakıyor.
İlk defa böyle bir yaratık görüyordu. Biraz merak, biraz da korkuyla sordu:
-Sen kimsin?
Küçük  yeşil kurbağa neşeli bir şekilde önce.
-Vırakkk! diye kendi dilinde onu selamladıktan sonra:
-Benim adım Cuppala... Vırakkk... Senin adın ne?
-Ah, özür dilerim kendimi size tanıtmadım, benim adım Hoppala, ormanda yaşıyorum, diye cevap verdi.
Hoppala çok korkmuştu. Tabii ki minik kurbağadan değildi korkusu. Hava kararmak üzereydi. Yuvasından epey uzaklaşmıştı. Adından anlaşılacağı gibi hoplayarak gezmek çok hoşuna gidiyordu. Annesinden,  o gün ormanda  rahatça hoplayıp gezmek için izin almıştı.
Annesi:-Aman çok uzaklaşma, bir tehlike olursa veya yorulursan ben buralardayım unutma, diye iyice tembihlemişti.
  Annesinin bütün uyarılarına rağmen o kadar çok hoplayıp zıplamıştı ki havanın karardığının farkına varamamıştı. Üstelik çok da yorulmuştu.
-Ah !Şimdi anneciğim yanımda olsaydı! Dedi kendi kendine.
Bu isteğini biraz yüksek sesle söylemiş olmalıydı ki, Cuppala atıldı:
-Senin bir derdin,bir sıkıntın mı var?
-Eveet, dedi, ağlamaklı. "Evimden çok uzaklaşmışım, ben şimdi nerede sabahlayacağım? Annem ve babam beni merak edip ararlarsa?
-Derdin bu muydu? diye hafifçe çıkıştı Cuppala.
Hoppala’nın birden çekik gözleri irileşti.
     -Belki de böyle iyi olacak, benim değerimi daha iyi anlarlar, aramaya çıkarlarsa  beni ne kadar sevdiklerini de anlamış olacağım. Papuçlarımı nasıl dama  atarlarmış görürler, dedi.
    -Sen neler söylüyorsun dedi, Cuppala. Devam etti:
    -Çocuğunu sevmeyen anne baba olur mu?
   -Sen bilmiyorsun, senin kardeşin yok ki. Bana bir kardeş gelecek, benim yatağımı onun için hazırlıyorlar; eşyalarımı ve oyuncaklarımı kimseyle paylaşmak istemiyorum. Arkadaşlarım, bana "Senin papucun dama atıldı artık" diyorlar.
  -Benim kardeşim olmadığını sen nereden biliyorsun? Hem de o kadar çok ki! Hem ayrıca senin eşyalarını kardeşine vermelerinde bir sakınca yok. Hatta oyuncaklarını da kardeşinle paylaşmalısın.
Hoppala kızgın kızgın baktı Cuppala’ya... O da ormanın bilgini Koca Kulak gibi konuşuyordu. Başını biraz öne eğdi, derin bir iç çekti:
  -Şeyyy, aslında ben annemi paylaşmak istemiyorum. Her zaman yorulduğumda onun karnındaki sıcacık cebinde uyumak çok güzel.
-Biraz bencilce bir davranış... Vırakkk... Bencil yaratıklarla konuşamam.
Bu son sözlerle Cuppala göle dalıverdi.  
-         CUP!
Hoppala şaşkın şaşkın baktı, sonra yüksek  sesle ağlamaya yalvarmaya başladı.
-Cuppala kardeş ne olur benimle biraz daha konuş, ailemi bulmama yardım et. . .
Bu sefer göl kıyısında küçük bir taşın üstünde biraz kızgın kendisine bakan Cuppala:
-Senin gibi bencil, yalnız kendi rahatını düşünen bir çocuğu ne yapsın ailen? Bence seni aramak yerine, kaybolduğun için sevinip bayram yapmalılar, dedi.
-Gerçekten böyle mi düşünüyorsun, benden kurtuldukları için seviniyor olabilirler mi?
-Ben onların yerinde olsam bencilliğinden dolayı sana çok kızardım. Kardeşin ve ailenin ne demek olduğunu bilmiyorsun!
Cuppala bunları söylerken ağlamaklı olmuştu. Hoppala bir an bir hata yaptığını düşündü.
-Senin ailene ne oldu, neden dertlisin, yoksa seni terk mi ettiler?
-Yoo, onlar terketmediler, hem niçin terketsinler?
Cuppala’nın iri gözleri dolmuş,  mahzunlaşmıştı.
-Hadi anlat meraktan çatlayacağım, hem belki de ailelerimizi birlikte buluruz.
Son cümle karşısında Cuppala’da, Hoppala’ya karşı merhamet uyandı.
Aynı zamanda içinde de bir umut ışığı yandı.  Kimbilir, belki de ikisi beraber  olurlarsa problemlerin daha kolay üstesinden gelebilirlerdi.  Birlik içinde çalışmanın, beraber olmanın ve yaşamanın  büyük bir güç olduğunu ona kalabalık bir aile reisi olan büyükbabası öğretmişti.
-Ailemle birlikte büyük gölde yaşıyorduk. Geçen ay çok fazla yağmur yağdı. Tabii ki seller sonucu göller, nehirler taştı. Bu taşkın sebebiyle de ailemiz dağıldı. Onlarla birlikteki güzel günleri arıyorum. Bu gün benim doğum günüm. Ailemin de benim için aynı saatte şarkı söyleyeceğini düşünerek şarkı söyleyip kendimi eğlendirmeye, mutlu olmaya çalışıyordum, dedi Cuppala.
Çok üzgün olduğu her halinden belli oluyordu. Ancak başta bu üzüntüsünü çok iyi saklamasını becermişti.
-Bu kadar acı çektiğin halde yine de neşeli görünebiliyorsun, dedi Hoppala.
-Şartları değiştirmeye gücümüz yetmiyorsa, ellerimizdekilerle mutlu olmayı bilmeliyiz, diye cevap verdi bilgiç kurbağa.
Onlar böyle konuşurlarken vakit bir hayli ilerlemişti. Gökyüzünde yıldızlarla birlikte Ay onlara gülümsüyordu. Hoppala yorgunluktan ve korkudan esnemeye başlamıştı.
Uyku saati çoktan geçmişti. Annesinin ninnilerini düşündü. Yüreği burkuldu.
Ağaçlarda öten puhu kuşlarının ve baykuşların sesleri ona ninni gibi gelmeye başladı. Gözleri süzülüyordu. Onun uykusunun geldiğini farkeden Cuppala:
-Hadi şimdi uyuyalım, sabah erken ailelerimizi ararız , dedi.
Cuppala’nın sözleri daha bitmeden Hoppala yorgunluk ve uykusuzluktan çoktan kendinden geçmiş ve rüyalar ülkesine uçmuştu bile. . .
Annesi bir melek gibi başucundaydı. Ona her zamanki ninnisini söylüyordu.
                      
                        Hoppala yavrum uyusun,
                        Uyusun da büyüsün.

                        Büyüsün de hoplasın,
                        Daldan meyve toplasın.
                        Hoppala yavrum diyeyim,
                        Bebeğimi seveyim.

                        Hoppala yavrum gel bana,
                        Neler alayım sana.
                        Hoppala biricik bebeğim,
                        Seni ben çok severim.

Sabaha kadar sürmüştü bu güzel ninni. Ancak son cümle Hoppala’nın kafasına takılmıştı. Artık, annesi onu eskisi kadar sevmeyecekti. Belki de kardeşine söylüyordu bu ninniyi. Birden rüyası kabusa dönüştü. Korku ve öfkeyle uyandı.
Güneş büyük kocaman ağaçların dalları, yaprakları arasından gülümsüyordu.
Cuppala bir taşın üstünde tatlı tatlı ona bakıyordu.
-Vırakkk, günaydın, neden korktun öyle? Sabaha kadar çok güzel uyumuştun.
-Rüyamda kardeşim olmuş, benim ninnilerimi annem ona söylüyordu.
-Ahhh, dedi Cuppala, biz ninnilerimizi hep birlikte söylerdik. Göl bizim şarkılarımızla inlerdi, diye iç geçirdi.
 Hoppala yine bir hata yaptığını anladı. Sözü değiştirmek istedi.
-Hadi ailelerimizi arayalım, bak bir fikrim var, sen de güzel zıplıyorsun ama benim kadar değil, benim cebimde olursan daha çabuk ilerleriz. Yalnızca sen bana senin ailenle yaşadığın gölün ne tarafta olduğunu söyle.
 Hoppala’nın sözü biter bitmez Cuppala çoktan onun cebine girmişti bile bir zıplayışta.
-Şu büyük çınar ağacı var ya onun yanından geç, tepeyi aşınca sana tekrar tarif ederim, dedi Cuppala.
 Cuppala’nın sözü biter bitmez bir hoplayışta kendilerini tepede buldular.
Burası ormanı kuşbakışı görüyordu. Alabildiğine yemyeşil ağaçların arasında masmavi göl çok güzeldi. Cuppala sevinçle haykırdı.
-Yaşasın, işte benim yuvam, ne olur biran evvel oraya gidelim.
Bunları o kadar içten söylemişti ki, Hoppala da kendi ailesini ne kadar çok özlediğini düşündü.
-Tamam, seni hemen o göle götüreceğim, yalnız bizimkileri nasıl bulacağımı bilmiyorum, acaba onlar beni unuttular mı?
Cuppala, bencilce heyecanından utanmıştı. Arkadaşına nasıl yardımcı olacağını düşündü, onu şimdilik sadece teselli ederek moral verebiliyordu.
-Ne kadar karamsarsın. Bence hiçbir zaman ümidini kaybetmemelisin. Sen onları ne kadar çok seviyor ve düşünüyorsan emin ol onlar da seni daha fazla düşünüyorlardır. Kimbilir zavallı anneciğin senin için ağlamaktan ne hale gelmiştir?
Bir yandan bunları konuşuyorlar bir yandan da hoplaya hoplaya tepeden aşağıya iniyorlardı. Büyük bir çam ağacının gölgesinde biraz dinlenmek istedi Hoppala. Bu arada karnının iyice acıktığını hissetmişti.
Akşamdan beri ağzına bir lokma yiyecek koymamıştı. İlerleyebilmesi için enerjiye ihtiyacı vardı. Annesi ona sabah kahvaltısının önemini öğretmişti. Çok güzel, iyi bir kahvaltı, düzenli ve dengeli beslenme; sağlık, enerji ve başarı demekti. Hoppala, şimdi bunu daha iyi anlıyordu. Çünkü çok istediği halde onu ailesine götürecek olan bacaklarında derman tükenmişti. Biran evvel karnını doyurmalıydı. İştahla hemen, çevresindeki yemişlerden atıştırmaya başladı. Cuppala onu merakla seyrediyordu. O da çok susamıştı. Çünkü o, Hoppala uyurken, erkenden uyanmış kahvaltısını yapmıştı. Hem zaten gölde yaşadığından o kadar uzun süre susuz kalamıyordu.
-Ben de çok susadım, dedi Cuppala.
-Özür dilerim, bir an çok acıktığım için yalnız kendimi düşündüm, seni göle götürebilmem için bu enerjiye ihtiyacım vardı, dedi.
Onlar böyle konuşurlarken bir dala konan kara karga:
-Hoppala, sen ne arıyorsun buralarda, annen baban sabaha kadar seni aradılar, sen iyi bir cezayı hak ettin, dedi.
Hoppala, bu sözlere sevinsin mi üzülsün mü bilemedi.  Gerçekten cezayı hak etmişti. Ancak, anne ve babasının sabaha kadar kendisini aramalarına da çok sevinmişti. Demek ki, kendisini çok seviyorlardı. O bunları düşünürken, kara karganın sesini duydu. Biraz muzipçe gülüyordu. Zaten çoğu zaman herkesle alay ederdi, dalga geçmeyi çok severdi kara karga.
-Sen istersen eve dönme, çünkü papucun dama atıldı.
Hoppala gerisini duymak istemiyordu. İri çekik gözleri mahzunlaştı. Cuppala’ya:
-Hadi sen çok susadın, hem bir an önce ailene götürmeliyim, dedi. Oradan çabucak uzaklaşmak istiyordu. Bir iki hoplayışta çoktan göle gelmişlerdi bile.
Hoppala gölün güzelliği karşısında büyülenmişti sanki.
-Cupp! Cupp! Cupp!
Onlarca ses:
-Cupp! Cupp! Cupp!.......
Bir anda gölün üstündeki nergis yapraklarına oturan kurbağaların neşeli sesleriyle doldu her taraf.  Cuppala’nın sevincine diyecek yoktu.  Hoppala’ nın gözleri doldu. Kendi ailesini hatırladı. Acaba onlar da kendisini böyle karşılarlar mıydı?
-Yok, dedi kendi kendine, benim pabucum dama atıldı, beni seven ailem yok artık.
Ailesiyle kavuşan Cuppala, Hoppala’ ya:
-  Sana çok teşekkür ederim, sen olmasaydın aileme kavuşamazdım.  İstersen sen de bizimle kalabilirsin, dedi. Onun ne kadar üzüldüğünü anlamıştı.
Birden havada bir gaklama duydular. Gelen Kara kargaydı gelen. Bir yandan da:
-Sen düşüncesiz bir çocuksun, seni dövmeliler, diyordu. Az sonra ağzına aldığı bir çubuğu havalanıp Hoppala’ nın üstüne fırlattı.  Hoppala ne oluyor diyemeden...
Bir sıçrayışta yanına gelen annesi ve babasını gördü karşısında. Çok şaşırmıştı. Öylece kalakaldı. Annesi iki gözü iki çeşme sabaha kadar ağlamaktan yorgun düşmüş vaziyette, bir hamlede yavrusunu kucağına aldı, yanaklarından öperek onu koklamaya, öpmeye başladı. O, annesi ve babasından ceza ve azar beklerken, bu davranış karşısında şaşırmıştı.
    -Bizi çok yordun ve üzdün Hoppala, kardeşine dua et, onun gelişinin sevincine bu seferlik yaptığın yaramazlığı affediyoruz. Ayrıca seni bulmamızda bizlere yardımcı olan kargaya da teşekkür etmelisin, dedi babası.
  Hoppala, herkese şaşkın bakınırken annesinin karnındaki cebinden küçük bir baş uzandı. Çevresinde olup bitenleri merak edercesine bakınıyordu. Annesi:
 -Bak, kardeşin, tıpkı sana benziyor değil mi? O da seni çok özledi. Bundan böyle birlikte oynarsınız. Öğrendiğin her şeyi  ona öğretirsin değil mi yavrum? dedi.
Annesinin sözü biter bitmez o küçük, ufacık başın sahibi bir zıplayışta yere indi. Hoppala da dayanamadı, annesinin kucağından yere atladı. Kardeşini daha yakından görmek istedi. Bir de ne görsün, kendisine benzeyen kardeşi ufacık olmasına rağmen, hopluyor, zıplıyordu.
Çok heyecanlandı, her şeyi bir anda unutuvermişti. Sevinçle haykırdı:
-Anneciğim onunla oynayabilir miyim? Ona ne diyeceğiz, adı ne olsun?
-Adını sana bıraktık, sen söyle adını, dedi annesi gülümseyerek.
-Zıp Zıp olsun, baksanıza ne kadar güzel zıplıyor.
Hoppala’ nın sevincine ortak olan Cuppalanın ailesi koro halinde şarkılarına devam ederken, Cuppala, fısıltıyla:
-Hoppala, yapman gereken bir şeyi unutmuyor musun? dedi.
-Haklısın dedi, ben çok hata yaptım.
Hoppala, başını öne eğerek gidip önce babasının sonra annesinin ellerinden öptü.
-Sizleri bu yaptığım yaramazlığımla çok üzdüm, özür dilerim.  Bir daha böyle şeyler yapmamaya da söz veriyorum.  Bu arada bir şey daha öğrendim; sizleri ne kadar çok sevdiğimi. . .
-Elbette, bizim seni ne kadar çok sevdiğimizi de öğrenmişsindir, dedi annesi; aynı zamanda Hoppala’ ya sevgi ve şefkatle sarıldı.
 Cuppala ve ailesiyle vedalaşıp yeni arkadaşlar kazanmanın, aynı zamanda ailesine kavuşmanın verdiği sevinçle evlerine dönerlerken Hoppala ve Zıp Zıp el ele tutuşmuş şarkı söylüyorlardı.

                                     Hoplaya hoplaya
                                     Zıplaya Zıplaya,
                                    
                                     Gezeriz ormanı
                                     Severiz hayatı.
                                    
                                    Elele tutup oynayalım,
                                    Haydi ona kadar sayalım.
                                     
                                      Bir, iki, üç Hoplayalım,
                                     Dört, beş, altı Zıplayalım.

                                    Meyveleri toplayalım.
                                    Yedi, sekizde biraz duralım.

                                    Karnımız hemen doyuralım,
                                    Dokuz, on olmadan uyuyalım.

              Hoppala’ nın sevincine diyecek yoktu. Ana okulunda öğrendiği bu güzel şarkıları kardeşine öğretebilecekti.
             Annesi ve babası da mutlulukla gülümsüyorlardı. Böyle güzel akıllı ve birbirini seven, birbiriyle her şeyi paylaşabilecek, birbirine hayat boyu yardımcı olabilecek iki güzel yavruları olduğu için Allah’a şükrediyorlardı.  


                                    

GASSAL- ROMAN

                                                                                                                    İnna lillahi ve inna ile...